Türk Borçlar Kanunu 117 vd. maddelerinde alacak borç ilişkilerinde borçlunun borcunu geç ifa etmesi sebebiyle uygulanacak kuralları düzenlemiştir. Borçlunun borcunu geç ödemesi borçlunun temerrüdüne sebebiyet verecektir. Borçlunun temerrüdü ile ilgili daha önceki incelememizde detaylı açıklamalara yer vermiştik. Bu sebeple aynı konuya, tekrardan kaçınmak maksadıyla aşkın (munzam) zarar nedir başlığıyla sınırlı olmak üzere değineceğiz.
Munzam zarar bir diğer ifadeyle aşkın zarar TBK’nın 122. Maddesinde düzenlenmiştir. İlgili madde uyarınca, alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür. Bilindiği üzere borçlunun temerrüdünde alacaklının zararları temerrüt faizi ödenmek suretiyle karşılanır. Fakat kimi durumlar vardır ki temerrüt faizi alacaklının uğramış olduğu zararları karşılamaya kâfi gelmez. Bu sorunun önüne geçebilmek için düzenlenen aşkın zarar kavramı ile ilgili kanunda da şu ifadeler yer almaktadır:
"Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür."
Hemen belirtmek gerekir ki aşkın zarar ancak para borçlarında temerrüt halinde gündeme gelecektir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere kanun düzenlenirken alacaklının uğramış olduğu bir zararın olacağı ve bu zararın temerrüt faizi ödenmek suretiyle giderilmesi asıl olarak benimsenmiştir. Fakat temerrüt faizinin zararı gidermekte yetersiz kaldığı durumlarda ise para borçlarında temerrüdün özel sonuçlarından olan aşkın zarar kurumuna başvurmak gerekecektir. Temerrüt faizi bakımından alacaklının herhangi bir ispat yapması beklenmez. Temerrüdün doğal sonucu olarak bu faiz türüne hükmedilir. Bu yönüyle aşkın zarar ve temerrüt faizi arasında fark bulunmaktadır. Zira munzam zarara ancak zararın ispatı halinde hükmedilebilecektir.
Munzam zararın kaynağı ve hukuki dayanağına ilişkin Yargıtay tarafından aşağıdaki açıklamalar yapılmıştır:
"Munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır. O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü ( TBK md. 122 ), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Munzam zarar sorumluluğu, kusur sorumluluğuna dayanır. TBK'nın 122. maddesi kusur karinesini benimsemiştir. Munzam zarardan kaynaklanan tazminat borcunun doğması için aranan kusur, borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur. Farklı bir anlatımla, burada zararın doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Sorumluluk için borçlunun temerrüde düşmekteki kusurunun varlığı asıldır. Kural olarak munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacağının varlığını, bu alacağın geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı temerrüt faizi ile karşılanmayan zararını, zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki uygun illiyet bağını ispat etmekle yükümlüdür. Alacaklı borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispatla yükümlü değildir. Borçlu ancak temerrüdündeki kusursuzluğunu kanıtlama koşuluyla sorumluluktan kurtulabilir. Bu itibarla, munzam zarar davalarında alacaklının ( davacının ) ispat yükümlülüğü çok sıkı kurallara bağlanmamalı, genel ispat yöntemlerinde olduğu gibi her olayın kendi yapısı ve özelliği içinde değerlendirmeye tabi tutulmalıdır."
MUNZAM ZARARIN TAZMİNİNİN ŞARTLARI
Yukarıdaki açıklamalarımızdan sonra aşkın zararın tazmin edilebilmesi için gerekli olan şartları bir başlık altında toplama ihtiyacı durmaktayız. Aşkın zararın tazmin şartları şunlardır:
- Borç bir para borcu olmalıdır.
- Borçlu temerrüde düşmüş olmalıdır.
- Alacaklının temerrüt faizini aşan bir zararı doğmuş olmalıdır.
- Zararla borçlunun temerrüdü arasında uygun illiyet bağı bulunmalıdır.
- Borçlunun aşkın zarar bakımından kusuru bulunmalıdır.
Aşağıdaki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararından bu şartlara ilişkin şu açıklamalar yapılmıştır:
Aşkın ( munzam ) zararın varlığı için gereken ilk koşul, bir para borcunda borçlunun temerrüdünün varlığıdır. Bu para borcunun kaynağının, aşkın ( munzam ) zararın talep edilebilirliği için herhangi bir önemi bulunmamaktadır. Bu anlamda TBK'nın 122. maddesi, kaynağı ne olursa olsun temerrüt faizi yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla bütün para borçlarında uygulanma olanağına sahiptir. Borcun dayanağı haksız fiil, sözleşme, sebepsiz zenginleşme, kanun yahut vekâletsiz iş görme olabilir. Öte yandan hemen belirtilmelidir ki; aşkın ( munzam ) zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır. Bu nedenle borçlunun aşkın ( munzam ) zararı tazmin yükümlülüğü, asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun, ifasına kadar geçen zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur.
Aşkın ( munzam ) zararın varlığı için gereken ikinci koşul; borçlunun temerrüdü nedeniyle temerrüt faiziyle karşılanamayan alacaklı zararının mevcudiyetidir. Ancak alacaklının zararının temerrüt faizinden az yahut temerrüt faizine eşit olması durumunda, zararın temerrüt faiziyle karşılanacak olması sebebiyle aşkın ( munzam ) zararın varlığından söz edilemez. Bu aşamada önemle belirtilmelidir ki; TBK'nın 122. maddesi kapsamına kanuni temerrüt faizinin yanında akdi temerrüt faizinin uygulandığı borç ilişkileri de dâhildir. Eş söyleyişle alacaklının, borçlu ile arasındaki hukuki ilişkiden doğan temerrüt faizinin akdi yahut yasal olması, aşkın ( munzam ) zararın talep edilebilirliğine engel teşkil etmez. Burada önem arz eden husus alacaklının temerrüt faiziyle karşılanamayan zararının mevcudiyetinin ispatıdır.
Aşkın ( munzam ) zararın varlığı için gereken üçüncü koşul; borçlunun temerrüde düşmede kusurlu olmasıdır. Zira aşkın ( munzam ) zarar sorumluluğu, temerrüt faizinden sorumluluktan farklı olarak kusur sorumluluğuna dayanmakta olup burada aranan kusur, borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur. Ancak aşkın ( munzam ) zarar iddiasının ileri sürüldüğü durumlarda sorumluluk için, diğer koşulların varlığı durumunda borçlunun temerrüde düşmedeki kusurunun varlığı asıldır. Başka bir anlatımla temerrüt sonrasında borçlunun temerrüde düşmedeki kusurunun alacaklı tarafından ispatı gerekmez. Aksine borçlu, temerrüde düşmede kusursuz olduğunu ispatlamadıkça ortaya çıkan aşkın ( munzam ) zarardan sorumludur.
Aşkın ( munzam ) zararın varlığı için gereken son koşul ise; borçlunun temerrüdü ile alacaklının aşkın ( munzam ) zararı arasındaki illiyet bağının mevcudiyetidir. Bu çerçevede alacaklı, borçlunun temerrüde düşmesi ile ileri sürdüğü aşkın ( munzam ) zarar olgusu arasındaki illiyet bağını ispatla yükümlüdür. YHGK 2022/401 K.
AŞKIN (MUNZAM) ZARARIN İSPATI
Aşkın zararın ispatına ilişkin yükümlülük, bu zararın varlığını iddia eden alacaklının üzerindedir. Alacaklının zararını ispat edebiliyor olması gerekir. Yargıtay’a göre; munzam zararın talebinde varlığı iddia olunan zararın, yine alacaklı tarafından yasal ispat vasıtalarıyla somut, inanılır ve açık bir biçimde ispatlaması gerekir. Aşağıda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun konuya ilikin değerlendirmeleri yer almaktadır:
"Uğranılan zarar, yetkili merciin belirlediğinden fazla ve bu nedenle 105. maddeye dayanılarak munzam zarar istenecek ise, artık o merciin, zararın oranını belirlemek için kullandığı/dikkate aldığı/değerlendirdiği ölçülere ve bunların “maruf ve meşhur” oldukları olgusuna değil, davaya özgü somut vakıalara dayanılması gerekir. Bunlar da, elverişli ve geçerli delillerle kanıtlanmalıdır. Burada kanıtlanacak olgular geç ödeme ile davacının maruz kaldığı zararı doğuran vakıalar ve bu vakıalar nedeniyle uğranılan fiili zarardır. Örneğin, alacağını gününde alamayan alacaklının, aynı gün vadesi gelmiş bir borcunu ödemek için, borçlunun ödediği geçmiş günler faizi yerine bunun üzerindeki bir faizle borçlanması, ya da alacaklısına daha yüksek oranda faiz ödemek durumunda kalması; dövizle ödemeyi kabul ettiği borcu için, alacağını gününde tahsil edememesi nedeniyle sonraki günlerde daha yüksek kurdan döviz satın almak zorunda kalması gibi maddi olgularla kanıtlanan zarar söz konusudur.”
ENFLASYON SEBEBİYLE AŞKIN (MUNZAM) ZARAR TALEP EDİLEBİLİR Mİ?
Yargıtay yerleşik içtihatlarında sadece enflasyonun munzam zararın ispatı bakımından yeterli olmadığını benimsemiştir. Enflasyonun yüksek olması sebebiyle alacaklı lehine bir ispat karinesi kabul edilmemiştir. Buna karşın Anayasa Mahkemesi 21.12.2017 gün ve 2014/2267 başvuru numaralı bu kararında; başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi ve olağan dışı bir külfet yüklendiği, bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine değerlendirilip mülkiyet hakkının ihlâl edildiğine ve yeniden yargılama yapılmasına karar vermiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin ilgili kararına rağmen bu karardan sonra Yargıtay Hukuk Genel Kurulu enflasyonun munzam zararın ispatında tek başına kanıt olmadığı ve alacaklının zararını ispat etmesi gerektiğine hükmetmiştir. Biz bu kararı hatalı bulmaktayız. Zira ülkenin son yıllarda içinde bulunduğu enflasyonist ortam ve döviz kurlarında yaşanan inanılmaz artış karşısında vatandaşların munzam zararının ayrıca ispatının istenmesi adil bir yaklaşım değildir. Kaldı ki aşağıda yer vereceğimiz HGK kararının karşı oy yazısında da bu durum değerlendirilmiştir. Bizim de katıldığımız karşı oy yazısı aşağıdaki gibidir:
"Yargıtay uygulamasında aşırı fiyat artışları ile gerçekleşen enflasyon karşısında munzam zararın varlığının kanıtlanmış sayılacağı yönünde bazı kararlar bulunmakla birlikte ağırlıklı uygulama olarak munzam zararın varlığının davacı alacaklının somut delillerle kanıtlamak zorunda olduğu kabul edilerek verilen kararlar da bulunmaktadır.
Munzam zararla ilgili bu farklı uygulamalar sürmekte iken somut zararın varlığı ve ispatı aranarak rededilen bir davayla ilgili olarak yapılan bireysel başvuruda ihlal kararı ile sonuçlanan Anayasa Mahkemesi kararı bulunmaktadır.
Anayasa Mahkemesi 21.12.2017 gün ve 2014/2267 başvuru numaralı bu kararında; başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi ve olağan dışı bir külfet yüklendiği, bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine değerlendirilip mülkiyet hakkının ihlâl edildiğine ve yeniden yargılama yapılmasına karar vermiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin bu kararıyla birlikte, somut zararın varlığı ve ispatını arayan mevcut ağırlıklı uygulamanın yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Zira bireysel başvuru kararları ilgili dosya bakımından bağlayıcı olup tüm yargısal uygulamalar için bağlayıcı olduğundan söz edilemez ise de temel hak ve hürriyetlerin kapsamının belirlenip bu kapsama uygun yargısal uygulamaların gerçekleştirilebilmesi için yol gösterici, subjektif etkiye sahip kararlar olarak dikkate alınmalıdır.
Alacaklının alacağını zamanında alamaması nedeniyle kredi çekmek zorunda kalması, faizle borç para alması gibi nedenlerle somut zararın varlığı kabul edilirken, bu şekilde davranmayıp mülkiyet hakkına tabi elindeki kaynakları kullanmak zorunda kalan ve bu kapsamda malvarlığı eriyen kimsenin enflasyon ortamında zarara uğramadığından söz edilemez. Zira zarar sadece pasiflerdeki artma ile değil aktiflerdeki erime ile de gerçekleşir. Ayrıca alacağını zamanında alsa idi bir aktiflere katılarak değerin korunacağı bir malvarlığı değerinin ( ev, araba vs. ), alacak elde edildiğinde alım gücünü aşan malvarlığına katılamayacak derecede fiyatının yükselmiş olması nedeniyle malvarlığına katılamayacak olması da malvarlığı değerindeki azalmaya işaret edecektir.
Açıklanan nedenlerle pasiflerdeki artma anlamında her zaman somut zararın aranması hakkaniyete uygun sonuçlar vermeyecektir. Fiyatların aşırı yükseldiği, döviz fiyatlarında öngörülmeyen değişikliklerin olduğu dönemlerde gerçekleşen enflasyona bağlı olarak alacaklının alacağını geç alması nedeniyle zarın gerçekleşeceği hayatın olağan akışında herkesçe bilinebilen bir olgu olmakla bu gibi durumlarda munzam zararın gerçekleştiği karine olarak kabul edilmelidir. Bu düzeye ulaşmamış olağan yükselmelerde ise bu karine uygulanamayacak ve somut zararın gerçekleştiğinin ispatı yine de aranacaktır.
Sözü edilen karinenin gerçekleştiği durumlarda munzam zararın varlığı ve zarar miktarı konusunda fiyat artış endeksleri, döviz kurları, yatırım araçları, faiz kurları, çalışanların ücretleri gibi ekonomik göstergeler de değerlendirilmek suretiyle alınacak bilirkişi veya bilirkişi kurulu raporu ile elde edilen ve elde edilmesi gereken değerler de karşılaştırılmak suretiyle munzam zararın varlığı ve miktarı belirlenebilecektir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle munzam zararın ispatında somut zararın varlığını arayan bozma kararına karşı somut zararın somut olgularla ayrıca ispatı gerekmediği gerekçesiyle önceki hükümde direnilmesi isabetli ve yerindedir. Ne var ki özel dairece bu kapsamda bir değerlendirme yapılarak işin esası incelenmemiş ve salt faiz oranlarına dayalı hesap içeren bilirkişi raporunun yeterli olup olmadığı, yeniden rapor alınması gerekip gerekmediği değerlendirilmemiş olduğundan bu kapsamda temyiz itirazları incelenmek üzere dosyanın özel daireye gönderilmesi gerektiği görüşünde olduğumuzdan, özel daire kararı gibi bozma yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyoruz." YHGK 2021/1629 K.
Yukarıdaki HGK kararının aksine bazı dairelerin enflasyonu karine kabul ettiği ve soyut ispatın yeterli olduğuna dair kararlar da mevcuttur. Bu kararlardan bazıları aşağıda paylaşılmıştır:
"Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru sonucunda vermiş olduğu 21.12.2017 gün ve 2014/2267 Sayılı başvuru numaralı kararına konu uyuşmazlıkta, “Enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt faiz oranlarının çok üstünde gerçekleşmesi, borçlunun yararlanması, alacaklının ise zarara uğraması sonucunu doğurmaktadır. Bu sebeple borçlu borcunu süresinde ödememekte, yargı yoluna başvurulduğunda da yargı süresini uzatma gayreti göstermekte; böylece yargı mercilerindeki dava ve takipler çoğalmakta, yargıya güven azalmakta, kendiliğinden hak alma düşüncesi yaygınlaşarak kamu düzeni bozulmakta, kişi ve toplum güvenliği sarsılmaktadır ( AYM 1997/34 Esas, 19898/79 Karar, 15.12.1998 ). Mülkiyet hakkı kapsamında alacağın geç ödenmesi durumunda arada geçen sürede enflasyon sebebiyle paranın değerinde oluşan hissedilir aşınma ile mülkiyetin gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin tasarruf veya yatırım aracı olarak getirisinden yararlanmak imkânı da bulunmamaktadır. Bu şekilde kişiler mülkiyet haklarından mahrum edilerek haksızlığa uğramaktadır ( AYM 2008/58 Esas, 2011/37 Karar, 10.2.2011 ).
Sonuç olarak, mülkiyet hakkının ihlal edildiği kanaatiyle, sonuçların ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunduğundan bahisle dosya mahalli mahkemesine iade olunmuştur. Dairemizin, uzun süreden beri yerleşik uygulaması ve kararlarında munzam zararın davacı tarafından somut olarak ispatlanması kabul edilmekle birlikte gelişen ekonomik koşullar, mülkiyet hakkının hukukta korunması görüşü benimsenerek kararların bu yönde oluşması ve Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı da göz önüne alındığında, genel ispat kuralından ayrılarak, enflasyon baskısı sürdüğü sürece maruf ve meşhur vakıa niteliğinde kabul edilerek alacaklının BK'nın 105/1. maddesi anlatımda munzam zararının varlığını kanıtlama zorunluluğundan vazgeçilmek zorunda kalınmıştır." Y15 HD. 2018/1742 K.
"Dairemizce uzun yıllar munzam zararın varlığını davacı alacaklının somut delillerle kanıtlamak zorunda olduğu kabul edilip uygulanmış olmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi'nin bireysel başvuru sonucunda vermiş olduğu, 21.12.2017 gün ve 2014/2267 Sayılı başvuru numaralı kararına konu uyuşmazlıkta, başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi ve olağan dışı bir külfet yüklendiği, bu tesbite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine değerlendirilip mülkiyet hakkının ihlâl edildiğine ve yeniden yargılama yapılmasına karar verilmiş olması karşısında, hak ihlâline neden olmamak düşüncesiyle munzam zararın somut delillerle kanıtlanması gerektiği uygulamasından vazgeçilmiş, gelişen ekonomik koşullar, mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasındaki adil dengenin korunması Anayasa Mahkemesi'nin ihlâl kararlarının bağlayıcılığı gözönünde tutularak enflasyon ve buna bağlı olarak döviz kurları, mevduat faizleri, devlet tahvilleri ve diğer yatırım araçlarının faiz oranları ile birlikte getirilerinin temerrüt faizden fazla olması halinde munzam zararın varlığının karine olarak kabul edilmesi gerektiği benimsenmiştir.
Bu açıklamalar doğrultusunda somut olaya gelince; davacı alacaklarının temerrüde rağmen geç ödenmesi nedeniyle taşınmazlarını satmak, bankalardan kredi çekmek ve icra takiplerine maruz kalmak suretiyle munzam zararını somut delillerle kanıtladığını ileri sürmüş ve hükme esas raporu düzenleyen bilirkişi kurulu rapor ve ek raporunda munzam zararın somut delillerle kanıtlandığını kabul ederek hesaplama yapmış ise de; bilirkişi raporunda da görüleceği gibi satılan taşınmazların büyük bölümü ile banka kredisi kullanan şahıs veya şirketlerin büyük bir bölümü davacı şirket olmayıp, davacı şirketin dava edilen alacaklarını tahsil edememesi nedeniyle kullanılıp satıldığı icra takiplerinin de bu alacaklarını zamanında tahsil edememesi sebebiyle maruz kalındığı ve bunun için harcandığı ispatlanamadığı gibi illiyet bağı da kanıtlanamadığı hesaplamaya sadece kullanılan kredi ve takip faizleri katılmış olması gerekirken kredi ve borç asıllarının katılmış olması nedeniyle raporun bu haliyle hükme esas alınması mümkün değildir."Y15HD. 2018/4739 K.
Anayasa Mahkemesi'nin 29.09.2025 Tarihli Resmi Gazetede Yayımlanan Alacağın Enflasyon Karşısında Değer Kaybına Uğramasından Kaynaklanan Zararın Tazmin Edilmediği İddiasıyla Yapılan Başvuruya İlişkin Pilot Kararı
Yukarıdaki açıklamalarımız bir yana Anayasa Mahkemesi 29.09.2025 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 08.07.2025 tarih ve 2024/41763 başvuru numaralı kararıyla konuya ilişkin tartışmalara bir nokta koymaya çalışmıştır. Aşağıda basın duyurusu bölümünden paylaştığımız açıklamalardan da görüleceği üzere mahkeme enflasyonun tek başına munzam zarar istemi için yeterli olduğunu belirtmiştir. Ayrıca konuya ilişkin tartışmaların bitirilmesini hedeflediği bu sebeple kararın yayımlandığı tarihe kadar mülkiyet hakkının ihlali iddiasıyla yapılmış olan başvurular ile bu tarihten sonra kaydedilecek aynı konuda yapılan ve karardan sonra yapılacak başvuruların incelenmesinin kararın Resmî Gazete'de yayımlanmasından itibaren altı ay süre ile ertelenmesine ve gerekli kanuni çalışmaların yapılması açısından keyfiyetin TBMM'ye bildirilmesine karar vermiştir. Bu karar munzam zarar açısından oldukça önemli olmakla enflasyon sebebiyle aşkın zararın tazmininin kanuni dayanağa kavuşması yönünde atılmış önemli bir adımdır. Karara ilişkin AYM'nin resmi sitesinde yayımlanan basın duyurusu aşağıdaki gibidir:
"Başvurucu, konut finansman kredisinden kaynaklanan uyuşmazlık nedeniyle özel bir banka aleyhine 9/11/2010 tarihinde icra müdürlüğünde 48.854 TL asıl alacak üzerinden icra takibi başlatmıştır. İcra takibine banka tarafından itiraz edilmiş ve icra takibi durmuştur. Başvurucu, itirazın iptali davası açmış; yargılama sonunda borçlunun itirazının iptaline, takibin asıl alacak üzerinden ve asıl alacağa takip tarihinden borç tamamen ödeninceye kadar işleyecek yıllık %9 temerrüt faizi uygulanmak suretiyle devamına karar verilmiştir. Ayrıca kararda, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun 67. maddesi uyarınca asıl alacak tutarının %20'si oranında takdir edilen 9.770,80 TL icra inkâr tazminatının davalıdan alınarak başvurucuya verilmesine, fazlaya ilişkin 738 TL'lik talebin reddine hükmedilmiştir. Bu karar taraflarca temyiz edilmeyerek 1/7/2020 tarihinde kesinleşmiştir. Karar sonrası borçlu tarafından 2/7/2020 tarihinde toplam 119.114,76 TL yatırılmış ve borç ödenmiştir.
Borcun ödenmesini müteakip başvurucu, yaklaşık on yıllık sürede ödenen yasal faizin alacağının enflasyon karşısında uğradığı değer kaybını karşılamadığını belirterek 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 122. maddesi uyarınca munzam zararına karşılık fazlaya ilişkin hak ve alacak talebi saklı kalmak kaydıyla 100.000 TL'nin 2/7/2020 tarihinden itibaren işletilecek faiziyle birlikte ödenmesi talebiyle dava açmıştır. Tüketici mahkemesi davayı reddetmiş, istinaf ve temyiz aşamalarının ardından ret kararı kesinleşmiştir.
İddialar
Başvurucu, özel hukuk kişisi ile arasındaki borç ilişkisinden doğan alacağının enflasyon karşısında değer kaybına uğramasından kaynaklı zararının tazmin edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
Mahkemenin Değerlendirmesi
Anayasa’nın 35. ve 40. maddeleri, devlete özel hukuk kişileri arasındaki alacakların enflasyon karşısında uğrayacağı önemli ölçüdeki değer kayıplarını giderecek hukuki altyapı ve mekanizmaları oluşturma sorumluluğu yüklemektedir. Bu kapsamda devlet, özel hukuk kişileri arasındaki uyuşmazlıklarda tarafların menfaatleri arasındaki adil dengenin sağlanmasına yönelik tedbirleri almakla mükelleftir.
Alacaklının alacağını geç tahsil etmesi halinde, enflasyon karşısında meydana gelen değer kaybının giderilmemesi, alacağına gerçek değeriyle ulaşmasını engellemekte; borçlunun ise borcunu gerçek değerinin altında ödemesine yol açmaktadır. Bu durum, taraflar arasındaki adil dengeyi alacaklı aleyhine bozmakta ve alacaklıya ölçüsüz bir külfet yüklemektedir.
3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun ile alacakların enflasyon etkisiyle uğradığı değer kaybının telafisi ve tazmini için bir hukuk yolu oluşturulmuştur. Anılan Kanun'un genel gerekçesi incelendiğinde; borçlunun borcunu zamanında ödememesinden kazançlı çıktığı, dava ve icra yoluna başvurulmadan ödemede genellikle bulunulmadığı zira dava ve takip sırasında geçecek her sürenin borçlunun lehine çalıştığı, belirtilen durumun dava ve icra takiplerini artırdığı belirtilmiştir. Ayrıca gerekçede borçluların sadece haklarında dava açılmasına ve icra takibinde bulunulmasına sebebiyet vermekle kalmayıp bunların uzaması için her türlü yola başvurduğuna değinilerek tasarının kötü niyetli kişilerin bu davranışlarının önüne geçilmesi, kanuni faiz ve temerrüt faizinin günün koşullarına uydurulması için düzenlendiği ifade edilmiştir. Dolayısıyla kanun koyucunun iradesinin enflasyonun neden olduğu sorunları ortadan kaldırmak olduğu açıktır. Ancak Kanun'un 1. maddesine göre kanuni faiz yüzde yirmi dördü aşamamaktadır. Dolayısıyla anılan düzenlemeler ile farklı hukuki konular için bir kısım oranların tespit edildiği anlaşılmakla birlikte, bu düzenlemelerin enflasyon oranları ile bağlantısının kurulmadığı görülmektedir. Bir başka deyişle enflasyon karşısında alacakların değer kaybının önlenmesi maksadıyla düzenlenen 3095 sayılı Kanun'da yer verilen faize ilişkin hükümlerin teorik düzeyde dahi değer kaybının önlenmesine ilişkin başarı şansı sunma kapasitesinin bulunmadığı anlaşılmıştır.
3095 sayılı Kanun ile öngörülen hukuk yolunun somut olaya etkisine ilişkin yıllık faiz oranları ve enflasyon verileri incelenmiş ve başvuruya konu uyuşmazlıkla ilgili olarak 3095 sayılı Kanun'da belirlenen faiz oranlarının enflasyon oranlarının altında kaldığı görülmüştür. Bu nedenle başvurucunun -borçlunun borcunu zamanında ödememesinden kaynaklı olarak geç kavuştuğu- alacağının enflasyon karşısında değer kaybına uğradığı açıktır.
Konusu bakımından somut olaydaki ile benzer nitelikler taşıyan bazı uyuşmazlıklarda faizi aşan zararlar, 818 sayılı mülga Kanun'un 105. ve 6098 sayılı sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 122. maddesi uyarınca munzam zarar davası yoluyla giderilmeye çalışılmıştır. 1980'li yıllardan bu zamana kadar bazı yargı kararlarında enflasyon olgusunun zararın ispatı için yeterli görülerek bu davaların kabul edildiği ancak bazı kararlarda ise munzam zarar talebinin enflasyon etkisi dışında somut bir zarara ilişkin olması gerektiği gerekçesiyle reddedildiği görülmektedir.
Dolayısıyla 818 sayılı mülga Kanun'un 105. ve 6098 sayılı Kanun'un 122. maddeleri kapsamında munzam zarar davasının alacakların enflasyon karşısında değer kaybının tazmin edilmesini güvence altına almadığı ve bu yöndeki içtihadın etkili bir hukuk yolunun bulunduğu yönünde gelişme göstermediği görülmüştür. Bu nedenle alacağın enflasyon nedeniyle uğradığı değer kaybının tazmin edilmesi açısından 818 sayılı mülga Kanun'un 105. ve 6098 sayılı Kanun'un 122. maddeleri kapsamında munzam zarar davasının da teorik düzeyde başarı şansı sunma kapasitesinin bulunmadığı değerlendirilmiştir.
Sonuç olarak hukuk sisteminde başvurucunun alacağının enflasyon karşısında uğradığı değer kaybının tazmin edilmesini sağlayacak etkili bir hukuk yolunun bulunmadığı kanaatine varılmıştır.
Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle mülkiyet hakkı ile bağlantılı olarak etkili başvuru hakkının ihlal edildiğine ve pilot karar usulünün uygulanmasına karar vermiştir."
AŞKIN ZARAR ZAMANAŞIMI
Munzam zararın ne zaman zamanaşımına uğrayacağına dair çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bir görüşe göre munzam zarar asıl alacağın zamanaşımı süresine tabidir. Başka bir görüş ise haksız fiil zamanaşımı sürelerinin uygulanacağını belirtmektedir.
Yargıtay ise munzam zararın 10 yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olduğu görüşündedir. Aşağıdaki kararda şöyle belirtilmiştir:
"BK’nun 105 nci maddesinde sözü edilen munzam zararın tazmin yükümlülüğü, asıl borç ve temerrüt faizi ödeme yükümlülüğünden farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan ve asıl borcun ifasına kadar geçen zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız, yeni bir borçtur. Asıl borcun hukuki nedeni kural olarak haksız eylem, nedensiz zenginleşme veya sözleşme olduğu halde, bu borcun hukuki nedeni asıl alacağın temerrüde uğraması, diğer anlatımla borcun ödenmemesi veya zamanında ödenmemesi gibi bir hukuka aykırılıktır. O nedenle, bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle asıl alacak ve faizleri yönüyle icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona ermez. Dolayısıyla, munzam zarara dayanan talep hakkı, esas itibariyle bir alacak hakkıdır ve BK.nun 105 nci maddesinde zamanaşımı yönünden de ayrık özel bir hüküm getirilmemiş olup, bu durumda, bu alacağa da BK.nun 125 nci maddesindeki, on yılık zamanaşımı uygulanacaktır. Sürenin başlangıcı da, munzam zararın hukuki yapısından hareketle genel hüküm uyarınca alacağın muaccel olduğu zamandan başlatılacaktır." Y11 HD. 2001/8432 K.
Yine başka bir Yargıtay kararı aşağıdaki gibidir:
"Bu bağlamda hemen belirtelim ki, munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuki aykırılıktır. O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü ( BK 105 ), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Munzam zarar bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyla, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sonuç ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi ( BK'nın 105/2 ) takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hâl böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazî kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile on yıllık zamanaşımı süresi içerisinde her zaman istenmesi mümkündür." Y15HD. 2021/859 K.
Zamanaşımının Başlangıcı
Zamanaşımının başlangıç tarihi borcun muaccel olduğu tarihtir. Yani alacaklının munzam zararı doğduğu tarihten itibaren 10 yıllık zamanaşımı süresinde davanın açılması gerekir. Yargıtay’a göre zamanaşımı asıl alacağın tamamen tahsil edilmesinden sonra başlayacaktır. Fakat TBK 122 hükmünden anlaşılacağı üzere görülmekte olan bir davada aşkın zarara ilişkin bir tespit yapılabiliyorsa aşkın zarar aynı davada istenebilecektir. Böylesi durumlarda ise zamanaşımının bu tarihten işletilmesi gerekir. Yargıtay’ın kararı aşağıdaki gibidir:
"BK’nun 105. maddesinde düzenlenen munzam zarar alacağının, asıl alacak davasıyla birlikte talep edilmesi mümkün olduğu gibi, daha sonra müstakil bir davada istenmesi de mümkündür. Asıl alacak davasının açıldığı tarihte, alacağın geç tahsili nedeniyle oluşan munzam zararın miktarının tespiti imkân dahilinde ise aynı tarihte davanın açılmasının gerektiği ve zamanaşımının o tarihte başladığı düşünülebilir ise de alacağın hiç ödenmemesi veya kısmen ödenmesi halinde oluşacak zararın miktarının tespiti mümkün olmadığından, munzam zarar davalarında zamanaşımının başlangıç tarihinin alacağın tamamının tahsil edildiği tarih olarak düşünülmesi gereklidir." Y15 HD. K. 2006/1234